İnsanın Varoluş Serüveni Açısından Oidipus Mitinin Yorumu

0

Yunan mitolojisinde Oidipus mitosu olarak bilinen ve Freud’un da Oidipus kompleksi olarak yorumlayıp (bize göre) yanlış değerlendirdiği bir mitolojik metin vardır.

(Oidipus kompleksi ya da Oedipus karmaşası, Sigmund Freud’un kurucusu olduğu psikanalitik teoriye göre; karşı cinsteki ebeveyni sahiplenme ve kendi cinsinden ebeveyni saf dışı etme konusunda çocuğun beslediği duygu, düşünce, dürtü ve fantezilerin toplamıdır.)

Öncelikle bir ön değerlendirme olarak şunu ifade etmeyi zorunlu görüyoruz;  eski toplumlarda gerek masallar,  gerek halk hikayeleri gerekse eski  yunan ile  özdeşleşmiş mitoslar olsun; bunların tümü aslında, gelecek nesillere önemli bilgileri aktarma araçlarıdır.  O masal, hikaye ve mitler vasıtası ile insanlık için gerekli ve önemli bilgiler gelecek nesillere aktarılır. Bu hikaye/masal ve mitler içinde; mecazlar, benzetmeler ve semboller kullanılır. Gılgamış destanı, Leyla ile Mecnun, Ergenekon destanı gibi birçok mitolojik metin, destan, hikaye ve masal; bahsettiğimiz evrensel olgulara işaret ederler.

Örneğin; pamuk prenses ve yedi cüceler masalı; aslında çok önemli ve evrensel bilgiler içerir. Pamuk prenses; psişik düzeydeki sınırlı benlik bilincini temsil eder. Yedi cüceler ise; beş duyu organı ile rasyonel akıl ve duygu merkezini temsil ederler. Elma; bu sınırlı bilinç ile algılanan dünyadaki tatmin olma nesnelerine işaret eder. Ayrıca bu kısıtlı bilinç düzeyindeki sınırlı ve sübjektif bilgiyi ima eder. Prens ise; ruhu ve ruhsal/objektif bilinci temsil eder. Prensesin prens tarafından öpülünce uyanması; psikolojik benliğin yani nefsin, ruha temas ettiğinde gerçek bilinç ve farkındalığa ulaşacağına bir işarettir. Yani ruhsal bilgi ve varlık ile temas ettiğinde, benlik/nefs uyanır. Yedi cücenin prensese hizmet ettikleri halde onu uyandıramamaları; beş duyu, rasyonel akıl ve duygunun insanın psikolojik varoluşuna hizmet ettiklerine, ancak bunların ruhsal farkındalık ve bilinç konusunda yetersizliklerine işarettir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi; tüm geçmiş medeniyetlerden bize kalan mitler; bilginin aktarılması işlevi gören birer anlatı olup, evrensel anlamda değeri olan birer bilgi deposudurlar. Mitler; bu evrensel bilgilerin aktarımı için oluşturulmuşlardır. Yoksa bazılarınca zannedildiği gibi herhangi bir kişinin edebi, sanatsal veya fantastik kurgusunun ürünü değildir. Önemli ve evrensel bilgileri aktarmaya dönük olarak şuurlu bir şekilde yazılmış ve oluşturulmuş metinlerdir.

Bu konuda şunu da hatırlatmak isteriz; bu metinlerin günümüze ne kadar sağlam olarak geldiği mutlaka irdelenmelidir. Ancak her ne olursa olsun bu metinler tarihsel süreç içinde kısmen değişmiş olsalar bile temel çerçevenin büyük ölçüde korunduğu söylenebilir.

Şu da unutulmamalıdır ki; bu masal, hikaye ve mitolojiler oluşturulurken bir çok mecazi ifadeler, soyutlamalar, kişiselleştirmeler,  benzetmeler,  sembolik anlatımlar devreye girer.  Dolayısıyla da bu metinler; nesnel ve literal şekilde değerlendirilip okunamazlar. Böyle yapıldığı takdirde ya anlaşılmaz ve saçma bir metin zannedilecek ya da yanlış yorumlanacaklardır.

Doğaldır ki; bu metinlerde bulunan sembol ve mecazlar doğru çözümlenmediğinde; ya fantastik bir hikayeye ya da hayali bir kurguya dönüşürler. Bu nedenle her bir okuyucu; kendi idraki ve algısı ölçüsünde bunu çözümlemeye çalışırken sembolizm, insan, insanlık tarihi, varoluş, metafizik ve soyut hakikatler konusunda da donanımlı olmalıdır.

Şimdi biz de kendi idrakimiz ölçüsünce asıl konumuz olan Oidipus mitini çözümlemeye çalışacağız.

Freud’un Oidipus kompleksi kavramının temelini oluşturan ve Yunan mitolojisinde geçen mitin ana hatları şu şekilde günümüze gelmiştir.

Hikayenin/mitin kahramanı; Oidipus’tur. Oidipus, Teba (thebes) denen bir şehrin kralının oğludur. Kralın adı da Laios’tur.

Oidipus’un annesi ona gebe iken bir düş görür. Ve düş şu şekilde yorumlanır. ‘’Doğacak çocuk babasını öldürecek ve annesi ile evlenecektir.’’

Bu nedenle çocuk; doğar doğmaz sarayın hizmetkarlardan birisi kanalı ile bir çobana veriliyor. ‘Al bunu götür ve öldür’ denilir. O çoban ise çocuğa acır ve öldürmez, onu ormana götürür, ayağından bir ağaca bağlayıp bırakır. Bir kişi; onu ayağı yukarıda ve başı aşağıda bir şekilde ağaca asılı bulur. Ayağı bağlandığı için ayağı şişmiştir. Aslında Oidipus; “şişik ayaklı” demek olup ayağı şiş anlamına gelen Oidipus adı da buradan gelmektedir. Çocuğu bulan kişi, onu Koriltos  kralı  Polibos’a  veriyor. Polibos ile karısı Periboa (Periboea)’nın çocukları olmamaktadır. Onlarda Oidipus’u alıp öz evlatları gibi büyütürler. Çocuk da onları öz anne ve babası bilir. Delikanlılık çağına gelince bir dedikodu işitir. Kralın öz oğlu olmadığını duyar. Bu meselenin aslını öğrenmek için Delfi  tapınağındaki kahine gider. Kahin ona ‘sen babanı öldüreceksin ve annen ile evleneceksin’ der. Oidipus çok üzgün ve karamsar halde oradan ayrılır.

Tapınaktan dönerken bir köprüden geçiş esnasında birisi ile kavga eder.  Kavga ettiği kişiyi öldürür. Öldürdüğü kişi aslında öz babasıdır. Tabi ki o bunu bilmemektedir. Bu olaydan sonra Teba şehrine varır. Sfenks denilen bir canavar, şehir yolunda herkese korku salmaktadır. Bu canavarımsı varlık, sorduğu bilmece gibi sorulara cevap veremeyenleri parçalayıp yemektedir.

Soru şudur; “Kimi zaman iki, kimi zaman üç, kimi zaman dört ayaküstünde yürüyen ve doğal yasalara karşıt olarak ayağı en çok olduğu zaman en güçsüz olan yaratık hangisidir?”

Bu sorunun cevabını kimse bilmiyormuş. Oidipus, bu soruya ‘insandır’ diye cevap verir.  Gerçekten de insan; ilk başta emekleyerek yürür, yani dört ayağı vardır. Sonra ayağa kalkar ve iki ayaklı olur. Sonra ihtiyarladığında eline baston alır ve üç ayaklı olur.

Oidipus bu şekilde cevap verince o canavar oradan çekilir ve kendi kendine ölür. Bu durumu gören insanlar onu kahraman kabul ederler. Teba şehrinin kralının da öldüğü duyulunca Oidipus’u ölmüş kralın dul karısıyla evlendirirler.  O kadın ise, aslında onun öz annesidir. Bu sayede Oidipus kral olur ve o evliliğinden de dört çocuğu dünyaya gelir. Etokles, Polineikes, Antigone ve İsmene.

Yıllar geçer… bir süre sonra şehirde bir veba salgını baş gösterir. Salgının nedenini öğrenmek için yine Delfi tapınağındaki kahinlere gidilir. Kahin şöyle diyor; ‘Kral Layos’un katili bulunmalı ve şehirden sürülmeli.’

Oidipus hemen araştırmaya koyulur.  Suçluya karşı korkunç tehditler savurur. Tabi kahin cevap vermekten sakınır, çünkü kralı aslında bilmeden Oidipus öldürmüştür.

Sonra durum açığa çıkar ve kraliçe intihar eder.  Kendisi de gözlerini kör eder.  Bir kızı hariç diğer kızları da onu terk ederler. Hikaye böylece biter.

Kısaca mitolojik hikayenin ana hatları bu.

Freud bu mitin yorumundan şunları çıkarır! Der ki; her erkek çocuk annesine aşıktır, babasını kendine rakip olarak görür, bu nedenle de babasından nefret eder ve öldürmek ister. Çünkü annesini babasıyla paylaşamaz. Annesine aşk duyar ve babası da bu birlikteliğe ve ilişkiye düşman ve tehdittir.  O yüzden de her erkek çocuğu babasından nefret eder, babasını öldürmek ister.

Ne kadar derin bir psikoanalitik yorum değil mi? Ancak maalesef, bu derin yorum; mecazi ve sembolik anlatımı kavrayamayan bir bilincin düz/yüzeysel bir okuma biçimidir. Bu yüzeysel yorum tuzağına onu düşüren şey; onun kişisel hayatındaki olgulardır.

Ne yazık ki; rüya sembolizminin ustası! olan Freud, burada hiçbir sembol görmemiş ve düz bir okuma yapmıştır.

Yaptığı yanlış yoruma uyan olgular yok mu? Elbette var. Hayatta babasını sevmeyen ve annesine daha çok yakınlık hisseden erkek çocuklar yok mu? Var elbette.

En başta da Freud. Çünkü babasını pasif, pısırık, yetersiz, beceriksiz, korkak buluyordu. Onda sevilecek ve takdir edilecek bir taraf yoktu. Üstelik annesi Freud’u el üstünde tutuyor, koruyup kolluyor, bir dediğini iki etmiyordu.)

Şimdi bir erkek çocuğu düşünün; annesi babasından daha şefkatli, merhametli davranıyor ve onun isteklerini yerine getiriyor. Buna karşın baba; biraz daha disiplinli, kuralcı ve otoriter bir tutum sergiliyor. İşte sırf bu psikolojik etkileşimden dolayı (yani çocuk annesine aşık olup babasına bu yüzden düşman olduğu için değil) erkek çocukların en azından bir kısmı annelerini daha çok severler. Babalarından da soğuk, disipliner, otoriter, tahakküm edici bir tavır gördüklerinden kısmen ondan korkabilirler. Bu gibi durumları tam da Freud’un bu yorumu ile yan yana koyduğunuzda ne güzel üst üste oturuyor değil mi?

Böylece Freud, kendi psikolojisindeki çarpıklığı meşrulaştırmak için mükemmel bir temel bulur ve bu çürük temeli tüm insanlığa mal eder.

Halbuki bazı erkek çocukların annelerine olan sevgisinin ve babalarından korkmalarının nedeni; anneye aşık olmak ve babayı rakip olarak görmek değildir. Böylesi bir tutum; tamamen çocuğun psikolojik ihtiyaçlarının ve rahatının sağlanmasında kimin başat ve olumlu rol oynadığı ile ilgilidir. Anne duygusal ve merhametli ise, çocuğun ihtiyaç ve rahatlığını daha çok gözetir. Ancak bazen bunun tersi de görülür. Anne babadan daha sert, soğuk ve disiplinli olduğu için erkek çocuk; daha hoşgörülü ve şefkatli olan babasına daha yakın ve meyilli olabilir.

Nitekim hayatta görüyoruz ki; bazı erkek çocuklar, sert ve disiplinli bir anneye karşılık, daha koruyucu ve merhametli babaya daha çok sevgi duyabilir. (tabi ki; Freud bu duruma şöyle diyecektir: bu çocuklar suçluluk duygusuyla babalarına olan öfkelerini bastırmakta ve karşıt tepki oluşturarak sevgi göstermektedirler.)Şimdi Freud’un yanlışlarını bir kenara bırakıp biz kendi okumamıza geçelim.

Bu mit; aslında her bir insanoğlunun hikayesi olup insanoğlunun evrensel olan dünya serüveninin sembolik anlatımıdır.

Aslında Oidipus, yani baş aşağı duran ve ayağı şişmiş olan kahramanımız; ruhsal bilinç düzeyinden düşmüş olan insan benliğini işaret etmektedir. Yani bilinç olarak bütüncül asli doğasını büyük ölçüde unutmuş olan ve ters-yüz olmuş olan varoluş durumunu anlatıyor. Yani insan; ruhsal, psikolojik ve bedensel boyutun hiyerarşik bütünlük ve dengesini kaybedip kendini alt boyutlar olan beden ve psikolojiden ibaret zanneder.

Normalde insanın başı yukarıda, ayağı aşağıda olduğu halde, bu hikayede durum ters-yüz olmuştur. Ayakları yukarıda, başı aşağıdadır. İşte bu olay bize; üst düzeydeki ruhsal ve manevi varoluşunu unutan ve en üst varoluşun alttaki beden ve psikolojik düzey olduğunu zanneden insanın durumuna işaret etmektedir.

Bu ters yüz olan insan; ulvi/ yüce/ruhani ve üstte olanı unutan, onu yadsıyan ve inkar eden bir haldedir. Aşağıda/nesnel/maddi ve somut olanı da tek ve üst gerçeklik olarak kabul edip onunla yaşamaya eğilim gösteren bir durumdadır. Maddesel beden ve psişenin; içgüdü/duygu/rasyonel akıl yönüyle kendini özdeşleştirerek, kendini bunlardan ibaret görmektedir. Nitekim modern psikoloji insanı; biyo –psiko- sosyal bir varlık olarak tanımlamaktadır. Bunlar aslında aşağıda olan şeylerdir.

Kadim bilgelik ise insanı; biyo-psiko- spiritüel bir varlık olarak tanımlar. Aslında burada üstte ve altta olan dediğimiz şeyler iyi veya kötü değiller. Bunu unutmamak gerekir. Yani baba ile temsil edilen ulvi şeyler de iyidir. Anne ile temsil edilen ve aşağıda olarak tanımlanan şeyler de iyidir( tabi ki doğal halleri ile).

Tıpkı gökyüzü ve yeryüzü gibi. Gökyüzü de iyidir, yeryüzü de iyidir. Tohum da iyidir toprak da iyidir. Dağlar da güzeldir, ovalar da.

Düşmüş insan; yukarıda olanı aşağıda, aşağıda olanı yukarıda zanneder ve bu şekilde yaşar.

Bu mitte kişinin babasını öldürmesi, ne anlama gelmektedir?

Bu mitte Oidipus’un babasını öldürmesiyle;  “kişinin kendi ruhsallığını,  ruhsal boyutunu,  özünü,  ruhsal ilkeleri,  yasaları ve bütüncül bakış açısını unutması,  onu yadsıması ve onu yok sayarak aslında bir anlamda onu, mecazi olarak öldürmesi” anlatılmaktadır.

Kişi; kainatta var olan bütün o sonsuz bilinci/ rahmeti/sonsuz varoluşu/ebediyet kanunlarını ve buna bağlı olan bütün hakikatleri unuttuğunda; aslında bir nevi babasını öldürmüş olmaktadır. Geriye ne kalıyor? Geriye kutsal bilgeliklerin tanımıyla; aşağı düzeyde bir hayat, yani biyolojik ve psikolojik bir hayat kalıyor. Bozulmaya ve ölmeye aday bir beden, tam olarak tatmin olamayan bir psikolojik benlik ve bir kısım hatıralar kalıyor.

(Her kim ‘sonsuz, ebedi, daimi, mutlak, yüce olanı’ anmaktan yüz çevirirse, bilsin ki, onun dar bir hayat alanı olacaktır.’)

İnsan; sonsuz, ebedi ve kalıcı olanı unuttuğunda/öldürdüğünde elinde kalan şey; kısa, sıkıntılı ve geçici bir hayat oluyor. Neden?

Çünkü ebedi ve sonsuz olan kaynağını/asıl merkezini/özünü unutuyor. Kendi özünün farkındalığını unutuyor. Üstelikte zaman zaman onu yadsıyor, hatta bazen tamamı ile yok sayıyor. Dolayısı ile kişi, onu yok saydığında; elinde kalan madde/beden/psikoloji olacaktır. Bu maddi alemde sahip olduğu veya olamadığı şeylerle tatmin olmaya çalışacaktır. Bu ise, kalıcı ve gerçek bir tatmin ve huzur sağlamayacaktır.

Yani; gerçek baba ve annesini ( ruhani ve semavi aslını ve buna bağlı olan maddi ve somut alemi) doğru tanımamış olacaktır.

Başka şeylere baba ve anne demiş olacaktır. Yani; psikolojik benliğini, duygu ve düşünsel yanını özü zannedip, maddi ve psikolojik unsurlarla tatmin olmaya çalışacaktır.

Evet; dolayısı ile hepimiz Oidipus kompleksine sahibiz.  Ama Freud’un anlattığı anlamda değil.

 Bu mitte anlatılan süreç; insanlığın evrensel hikayesidir.

İnsanoğlu dünyaya geldiği andan itibaren aslında ters dönmüşçesine aşağıda olanı yukarıda, yukarıda olanı aşağıda zanneder ve hayata o şekilde başlar. Bunu fark eden insan için gerekli olan şey; durumu düzeltmektir. Her şeyi aslına uygun hale getirmektir. İnsan bu düşüş ve ters dönmeyi bir deneyim süreci olarak algılayıp yine asli hakikatine/doğal haline dönmelidir.  Yani tekrar başın yukarıda, ayakların aşağıda olduğu doğal dengeye dönmelidir.

Dikkatten kaçmaması gereken bir nokta da şudur ki; Normal durumda insanın başı yukarıda, ayakları ise aşağıdadır. Ama bu; baş iyi, ayaklar kötü demek değildir. Ayaklar çok önemlidir ve kendi yerlerinde önemli bir işlev görürler. Ama ayaklar yukarıda olup baş aşağıda olduğunda bu bir tersliğe ve yanlışa işaret eder. Her şeyin hiyerarşik denge içinde kendi yeri vardır. Ve her şey yerinde olduğunda çok kıymetli ve güzeldir.

Bu açıdan ifade edecek olursak beden de iyidir,  psişik boyutumuz da. Duygu merkezimiz de iyidir, rasyonalitemiz de. Hatta içgüdüsel yanımız da iyidir. Ama içgüdüleri, duyguyu,  rasyonaliteyi asıl zannederek merkeze alıp, o ruhsal Özü ve saf idraki yok sayarsak; işte o zaman, içgüdü/beden/ duygu ve rasyonalite zararımıza işleyen şeyler haline gelirler.

Kişisel açıdan baktığımızda da insan; ruhunun farkındalığını kaybedip, (farkındalığını kaybetmekle kalmayıp bunu ona hatırlatanları da) yadsıdığında ne olur?  Kendini dünyaya belli bir tarihte gelmiş, olumlu/ olumsuz olaylar yaşamış, çocukluk, gençlik ve yaşlılıktan geçip ölecek bir canlı olarak algılar.  Bu ise mitolojide anlatılan Oidipus’un hikayesidir. Yani, babasını öldüren ve annesi ile evlenen,  sonuç olarak da mutsuz olan Oidipus’un hikayesidir.

Halbuki insan; hem varoluşu, hem de kendini, yukarıdan aşağıya doğru tanımlamalıdır. Aşağıdan yukarıya doğru değil.

Yani ;  ‘Ben asıl olarak; sonsuz olan spiritüel, ruhsal bir varlığım. Bunun yanı sıra bir psişe(duygu, düşünce, içgüdü ve eylem boyutu) ve bir beden taşıyorum. İçinde bulunduğum varlık alemi görünenden ibaret değildir. Hatta görünen varoluş; görülmeyen sonsuz varlığın bir yansımasıdır’ demelidir.

Bunu idrak eden insan; Oidipus’un kaderini paylaşmayacaktır. Yani ters olarak ağaca(yaradılış ağacına) asılmış, ayakları yukarıda, başı aşağıda olup ayakları şişmiş halde olmayacaktır. O kendi içinde doğru hiyerarşiyi inşa etmiş olacaktır

Ama kişi ; “Ben bir beden, psikoloji ve sosyal ilişkilerimden ibaret bir varlığım” şeklinde kendine ve hayata bakacak olursa, o zaman ayakları baş, başları ayak haline getirmiş olur.

İşte Yunan bilgeleri; böyle olmamak konusunda insana uyarıda bulunmak için bu miti yazmışlardır. Bu nedenle Oidipus miti çok anlamlıdır.

Mitte canavarın sorduğu soruya gelecek olursak; aslında bu sorunun çok derin olmayan yüzeysel bir soru olduğu açıktır. Dikkat edilecek olursa, bu soru ve cevapta soyut/ ruhsal ve metafizik bir şey yoktur. Tamamen görünür olan sürece dair maddi olgular vardır.

Buradaki soru ve cevap; kişinin kendine ait maddi/psikolojik boyutlu bakış açısına ve bu sorun alanına dair ürettiği yüzeysel bilgiye işaret eder. İnsanın kendine ve hayata dair soracağı soru da vereceği cevap da maddi, somut ve psikolojik alanla sınırlı olmamalıdır. Böyle soru ve cevaplar; her ne kadar kısmen doğru ve tatmin edici görünseler de tam ve yeterli değillerdir.

Bütün bunlar çerçevesinde, aslında hepimiz kendimize şu soruyu sormak durumundayız; “Ben; sonsuz ve ruhsal olana mı odaklıyım? Yoksa yüce ve sonsuz olanı unutup maddi, bedensel ve aşağıda olana mı odaklıyım? “.

İnsan edilgen olana tabi olduğunda, aslında o edilgen olanın da doğasını bozmuş olmaktadır.  Mesela; ruhsal idrak ile bedenini ve psikolojisini yönetemediğinde bu durumda bedenine de, psikolojisine de haksızlık etmiş olur. (Mitte Oidipus’un annesine de yazık oluyor.)

Yani, insan; bedenini/duygularını/aklını ve maddi alemi sonsuz bilincin ilkeleri çerçevesinde yorumlayıp kullanmalıdır.

Bu noktada insan; kendi psikolojik mekanizmasında bulunan duygu ve düşünce merkezini doğru yönetebildiğinde; hem kendisi hem bu melekeleri rahat edecektir.  Yani, duygular bir uçtan diğer uca savrulmayacaktır. Kişi böylece sarsılmayacak ve yorulmayacaktır.  Psikolojik yapı da rahat edecektir, kişi de.

Ama kişi, o ruhsal ilke ve prensiplerden habersiz olarak psikolojisini ve bedenini yönetmeye çalıştığında, aslında bedenine de psikolojisine de zarar vermiş olacaktır.

Ve en sonunda dünya hayatının kişiye vereceği hiç bir şey kalmayacaktır.  Çünkü;  geçici ve sınırlı olan maddi alemde, kişinin iç tatminini sağlayacak kalıcı bir şey elde etmeye çalışması, boş ve sonuçsuz bir çabadan başka bir şey değildir.

Dolayısı ile insan ilk olarak; dünyaya gelişin bir düşüş/iniş deneyimi olduğunu bilmelidir. Bu bir kötülük veya bir ceza değil, bir deneyimdir. İnsan bunu bildiğinde, yani insan ters döndüğünü bildiğinde( insana bakıldığında önde ve dışta görünen beden ve psikolojidir, manevi ve ruhsal yanımız görünmez)  bunu bir deneyim olarak yaşar.

İşte Oidipus mitinin insana anlattığı şey;  evrensel ve çok değerli bir bilgidir.

Mitte; Oidipus, bilgisinin yetersiz olduğunu fark ettiği durumlarda, Delfi tapınağına gitmekte, orada ruhsal ve gizli gerçeği bilen birine danışmaktadır.

Bununla anlatılmak istenen şey şudur; insanın, kendi kaynağını ve hakiki hedefini anlaması için, mutlaka üst düzeyde bir bilgi gereklidir. Kişi, kendisini bu bilgi ile sürekli olarak yenilemek ve geliştirmek durumundadır.

Burada kadın-erkek meselesine de kısaca değinebiliriz. Beden düzeyinde; kadınlık- erkeklik, psikoloji düzeyde de; dişillik ve erillik vardır. Ruhsal düzeyde ise bu tarzda bir ikilik yoktur. Ruhsal düzeyde Hakiki İnsan vardır. O; bedenin, maddenin, erilliğin ve dişilliğin ötesindedir.

Örneğin; Hz. Yusuf, hakiki insan olan ve erkek bedenini kullanmış olan biridir. Züleyha karşısında içgüdü ve hislerine mağlup olmayan ve nefsin tuzaklarına düşmeyen hakiki bir insandır Yusuf.

Hz. Meryem de hakiki insan olan ve bir kadın bedenini kullanmış biridir.

İnsan; psikolojik düzeyini ruhsal bilinç ile dengelemezse; güdü, heves, arzu ve korkularına göre davranır. Onu idare eden, yöneten ve düzenleyen bir üst bilinç ve otorite olmalıdır. Peki; O nedir?  İşte O, Özümüzdür.

-Ayağının şişmesi neyi anlatıyor? 

– Ayağın şişmesi; yanlış algı nedeniyle aşağıda,  geçici ve sınırlı olanın,  olduğundan büyük gözükmesi ve önemli zannedilmesine işaret ediyor. Mesela bedenimize verdiğimiz önem, bedeni gözümüzde büyütüyor. Neden? Bedene odaklı bir algı var çünkü.

Günümüzde duygular da şişmiş, rasyonalite de şişmiş. Sahip oldukları değerin dışında bir değer atfediliyor bunlara. Olduğundan fazla değer veriliyor.

Örneğin kişi;   ‘duygusal olarak ben böyle hissediyorum, çok acı çekiyorum ve bu acı benim tek gerçeğim’ dediğinde duyguları şişmiş oluyor. Bu duygusal ayağın şişmesidir.

Ayak; bedenin kırkta-ellide biridir, ancak şiştiğinde oran değişir. Duygular da tüm varlığımızın içinde bir orana sahiptir. Ama bazen tüm varlığımızı kuşatacak şekilde şişerler! Evet; insanın duyguları vardır, fakat o duygulara, kendi gerçek değerlerinden daha fazla bir değer vermek hatadır.

İnsanın rasyonalitesi vardır ama her şeyin rasyonalite ile anlaşılabileceğini zannetmek yanlıştır. İnsanın bedeni vardır ama bedene olduğundan fazla bir değer vermek yanlıştır.

İlginç bir ayrıntı da; Oidipus’un dört çocuğunun olması. En sonunda bir tanesi onun ölümüne kadar yanında kalmaktadır. Bunu, yani o 4 çocuğu; insan psişesinin dört merkezi olarak yorumlayabiliriz. (Bazen içgüdü ve hareket merkezi birleştirilip eylem merkezi olarak da tanımlanabilmektedir.)

İçgüdü merkezi,

hareket merkezi.

 duygu merkezi,

 rasyonel akıl merkezi

İnsanı biyolojik hayat anlamında en son terk eden merkez, içgüdü merkezidir. İçgüdü merkezi(otonom sinir sistemi, bedenin kendini koruma düzenekleri, yeme-içme-sindirim vs.)  çöktüğünde kişi ölür.

İşte bizce Oidipus mitinin özetle yorumu budur.

Share.

About Author

Leave A Reply