Psikoloji biliminin en temel konularından biri kişilik ve kişiliğin oluşumu konusudur. Kişilik üzerine çalışan bilim adamları bu konuya farklı tanım ve açıklamalar getirmişlerdir.
Kimi; bilinçaltı mekanizmalardan ağırlıklı olarak bahsederken, kimi ilk çocukluk öykülerine, kimi varoluşsal arayış temalarına, kimi yaşam boyu öğrenme ve tecrübe süreçlerine, kimi hedef ve ideallere kimisi de biyolojik ve genetik olgulara vurgu yaparak kişilik konusuna açıklama getirmeye çalışmıştır.
Şimdi bu ekollere ayrıntılı biçimde değinelim;
Freud’un Kişilik Kuramı:
Freud’a göre kişiliğin oluşumu üç ana modelle açıklamıştır.
- Topografik model
- Yapısal model
- Psikoseksüel gelişim modeli
Topografik model; kişiliği bilinç, bilinç öncesi ve bilinçaltı olarak üçe ayırır. Bilinç; farkında olduğumuz duygu, düşünce ve dürtülerimizi içerir. Bunlar; yenileri geldikçe onlarla etkileşir, gittikçe de eskiler bilincimizden kaybolur. Bazı şeyler ise hatırlamak istediğimizde veya düşündüğümüzde hemen aklımıza gelir. Ör; Dün akşam gittiğimiz sinema, geçirmiş olduğumuz bir kaza, bir yakınımızın ölümü gibi.
Eğer istersek birçok olay, düşünce ve duygumuzu şuanki bilincimize taşıyabiliriz. İşte bu az bir dikkat ve düşünme ile ulaşabildiğimiz alan bilinç öncesini oluşturur. Bunun yanında birçok düşünce, duygu, deneyim ise bilinçli veya bilinçsiz olarak hatırlanmamak, düşünülmemek, hissedilmemek üzere bilincimizden öteye atılmıştır. Bu malzemeye her istediğimizde ulaşamayız. Ancak bazı olağan dışı koşularda bu bilinçaltı dediğimiz malzeme bilince çıkabilir. ( Rüyalar, dil sürçmeleri, hipnoz, serbest çağrışım )
Freud topografik modelin yeterince açıklayıcı olmadığını görmüş ve yapısal modeli geliştirmiştir. Bu model kişiliği; benlik ( ego ), alt benlik ( id ) ve üst benlik ( süper ego ) kavramları ile tanımlar. Freud; kişi doğduğunda yalnızca alt benlik (id) olduğunu söyler. Bu alt benlik; haz ve doyum ilkesine göre bencilce hareket eden, fiziksel ve toplumsal sınırlamayı dikkate almaksızın yalnızca kişisel istek, arzu ve doyumunu önemseyen en temel unsurdur. Freuda göre; İd’in refleksif davranışı yetişkin olduğumuzda kaybolmaz. Ancak sağlıklı bir kişilikte alt benlik; ego ve süper ego tarafından denetlenir ve yönlendirilir. Çevresiyle etkileşime giren bebekte 2 yaşından itibaren ego ( benlik ) gelişmeye başlar. Benlik/ego; gerçeklere göre hareket eden ve alt benliğin istek ve arzularını, içinde bulunduğu çevrenin gerçeklerini dikkate alarak gerçekleştiren bölümdür. Ego; kişiliğin gerçekçi yürütme organıdır. Ego; alt benliğin gerçekçi olmayan ve gerçekleştirilemeyen isteklerini bilinçaltına atar. Benlik; alt benliğin isteklerinin gerçekleşmediği durumlarda, gerçekliği dikkate alarak gerginliği azaltmaya da hizmet eder.
Freud’un yorumlarına göre; çocuk beş yaşına geldiğinde, kişilik yapısının üçüncü bölümü oluşmaya başlar. Üst benlik ( süper ego ); toplumun, kültürün ve çevrenin, değer yargılarını ve standartlarını temsil eder. Üst benlik; nelerin yapılıp yapılamayacağına dair kısıtlama ve yönlendirmelerde bulunur. Alt benlik; isteklerini dikte ederken, ego; yürütme organı gibi bunları imkânlar ölçüsünde gerçekleştirmek ister. Süper ego ise bunları denetleyen bir yargıç gibi işler. Süper ego; toplum, kültür, ahlaki değerler anne ve babanın emir ve yasakları ile oluşur. Kişi; süreç içinde bunları dıştan gelen emir ve yasaklar olarak değil de içselleştirdiği değerler haline getirebilir. Yani süper ego; süreç içinde çocuğun sorumluluk ve ahlaki tutumunu oluşturur. Freud insan davranışının; libido denilen yaşam ve zevk içgüdüsü ile thanatos denilen ölüm ve saldırganlık içgüdüsüyle şekillendiğini söylemiştir.
Psiko-seksüel gelişim;
Freud kişiliklerimizin yaşamımızın ilk beş–altı yılındaki deneyimlerle şekillendiğini ifade eder. Kişiliğin temelleri 5–6 yaşına kadarki çocukluk yıllarında atılır. Freud, bu yaşlardaki tutum ve davranışları neredeyse tamamıyla haz ve cinsellik üzerine oturtur. Her dönemin belirleyici özelliği; haz yönünden birincil önemde olan duyarlı bölge ile ifade edilir. Her devrenin kişiliğe etkisi olduğu için bu dönemlere Psikoseksüel gelişim dönemleri denilmektedir. Birinci dönem oral ( ağız ) dönemdir. Hayatın ilk 18 ayını içeren bu dönemde ağız, dil ve dudaklar en duyarlı bölgelerdir. Bu süreçte memeden kesilme ve beslenmeyle ilgili ciddi sorunlar yaşayan çocukta; libidinal enerji orada saplanır ve bu durum oral kişilik özelliklerinin oluşmasına neden olur. Oral kişiliğe sahip yetişkinler; diğer insanlara daha bağımlı olup yemek yeme, konuşma, sigara kullanma konusunda aşırılığı olan kişilerdir. Bu dönemin saplantıları sonucu az önce ifade edilen durumlar görülebileceği gibi, aksine; tamamen içe çekilme, yalnız kalma isteği ve yemek yememe gibi durumlar da görülebilir.
Freud’a göre; çocuklar, 18 aylık olduklarında anal döneme girerler. Tuvalet eğitimi, tuvaletini tutma gibi deneyimlerde olabilecek sorunlar; burada bir saplanmaya ve anal kişiliğe yol açabilir. Anal kişiliğe sahip insanlar; bu saplanmaya bağlı olarak aşırı derecede düzenli, inatçı, para biriktirip birden harcama yapan kişiler olurlar. Çocuk daha önce serbest olan şeyin neden bu dönemde yasaklandığını anlayamaz. Anne–babayla çatışmaya girer. Öfke, kızgınlık hatta saldırganlık veya tam aksine boyun eğme durumları yaşar.
İd, ego ve süper egonun kişideki ağırlığına göre ve Psiko-seksüel gelişimindeki saplanmalara göre Freud üç kişilik tipi tanımlar.
Erotik tip; sevgiyi kaybetme korkusuyla yaşar ve sevgi bağımlılığı içinde yaşar.
Obsesif tip; süper ego ağırlıklı anal dönem saplantılarıyla ortaya çıkar. Eleştirel, şüpheci, obsesif ve rasyoneldir.
Narsist tip; kendini düşünür, kendi varoluşunu devam ettirmeye odaklıdır. Kusuru başkalarına atar, kendini beğenir, kendinden memnundur.
(Freud’un bu sınıflandırması; çok sınırlı ve basit bir sınıflandırma olduğu gibi aynı zamanda tamamen sağlıksız süreçlere odaklıdır. Freud, normal gelişim sürecini dikkate almamış ve sürekli olarak saplanmalara dayalı bir sınıflandırma yapmıştır. )
Freud’a göre en önemli Psiko-seksüel dönem, fallik dönemidir. Fallik dönem, çocuk 3–6 yaşları arasındayken yaşanır.
Çocuk bu dönemde cinsel organları konusunda aşırı duyarlıdır. Freud’a göre çocuk bu dönemde karşı cinsteki ebeveyne ilgi duyar. Bu aynı zamanda suçluluk duygusu oluşturur. Eğer baba erkek çocuğunu; anne de kız çocuğunu bu dönemde cezalandırırsa çocuk hemcins ebeveyniyle özdeşleşemez. Bu da sapmalara neden olur. Erkek fallik, kız ise histerik karaktere sahip olur. Fallik karakterdeki erkekte aşırı erkeksilik, erkeksi özellikleri abartma; histerik karakterdeki kızda ise aşırı romantizm ve cinsel yönden ilgi çekme görülür. Bu dönemden sonra gizli döneme ( latent ) girilir. ( 7–11 yaş ) Bu dönemde cinsel istekler azalır, ancak çocuk ergenliğe eriştiğinde ( 11 sonrası ) bu istekler geri dönecektir.
Freud’un bu görüşleri her zaman tartışma konusu olmuştur. Görüşleri psikoanaliz çevrelerinde tartışılmış, eleştirilmiş ve yine Freud’un ardılları tarafından sürekli olarak revize edilmiştir.
Freud’un biyografisi dikkatle incelendiğinde görülecektir ki; o, sağlıksız olguları gözlemlemiş ve kendi çocukluğundan yola çıkarak bir kişilik modeli kurmaya çalışmıştır. Özellikle Oedipus kompleksi olarak yorumlanan mit; tamamen yanlış anlaşılmış ve çarpıtılmıştır. Enneagram-Dokuz mizaç modeline göre; anne-baba ve çocuk arasındaki yakınlaşma veya uzaklaşma; mizaçların birbiriyle etkileşiminin olumlu ya da olumsuz yönde gerçekleşmesine bağlıdır.
Örneğin; Dokuz mizaç modeli açısından bakacak olursak; sınırlanmaktan hoşlanmayan ve keyifli vakit geçirmek isteyen 7 mizaç tipindeki bir erkek çocuğu; duygusal ve şefkatli olan 2 mizaç tipindeki bir babaya yakınlık duyacaktır. Buna karşın kuralcı, kontrolcü ve disiplinli olan 1 mizaç tipindeki annesine karşı biraz mesafeli olacaktır.
Dolayısıyla şunu açıkça ifade etmeliyiz ki; çocukların anne ve babasıyla ilişkilerini belirleyen temel etken, cinsiyet değil, mizaçlara bağlı olarak gerçekleşen uyum veya uyumsuzluktur. Nitekim Freud’un biyografisini inceleyen yorumculara göre o; pasif ve korkak olan babasından hoşlanmamış, annesinin çok yakın ilgisinden hoşlandığından annesini daha çok sevmiş ve kendisine yakın bulmuştur. Ancak yaşadığı bu bireysel tutum ve deneyimlerini genelleştirerek tüm insanların aynı olguları yaşadığını iddia etmiştir. Bir başka ifadeyle babasına olan hoşnutsuzluk ve öfkesinin herkeste olduğunu zannetmiş ve bu konudaki suçluluk hissini hafifletmek için bu hisleri tüm insanlara yansıtmıştır. (Freud’un, 3 mizaç tipinden kanat etkisi alan 2 mizaç tipinde olduğu unutulmamalıdır.)
Freud’un kuramına getirilen önemli bir eleştiri de; kuramdan çıkan hipotezlerin çoğunun test edilememesidir. Eleştirmenler, Freud’un kuramını desteklemeyen kanıtların ya inkar ya da bir kısır döngü çerçevesinde yorumlandığını söyler ve bu nedenle kuramın yanlışlasnamaz bir dogma olduğuna dikkat çekerler. Örneğin, Freud’cu bir terapist, bir danışanının bilinçaltında, babasına derin bir nefret duyduğunu söylerse, bu yorumun yanlış olduğunu gösterecek kanıtı nasıl elde edebiliriz? Örneğin; danışan, babasına karşı herhangi bir olumsuz duygu beslediğini anımsamadığını söylerse bu hemen şöyle yorumlanır: danışan bu nefreti mutlaka bastırıyordur. Ya danışan babasını ne kadar çok sevdiğini anlatırsa? Bu da karşıt tepki geliştirmedir. Peki; danışan, babasına karşı olumsuz duygular beslediğini söylerse? İşte o zaman terapist bilinçaltı malzemeyi bilinç düzeyine çıkarmakta başarılı olmuştur. Kısacası Freud’a göre bir erkek çocuğun babasını sevme şansı ve imkanı yoktur. Unutulmamalıdır ki; eğer bir hipotez yanlışlanamıyor ise, o zaman kesin bir şekilde doğrulanamaz da. Bilim felsefesindeki bu ilke nedeniyle, Freud’un kuramı birçok bilim adamının gözünde geçerliliğini yitirmiştir.
Bir başka eleştiri de, Freud’un kişilik üzerindeki bazı önemli etkileri göz ardı ettiği ve bunları yeteri kadar önemsemediğidir. Örneğin; bazıları, Freud’un beş yaşından sonra yaşanan deneyimlerin kişiliği etkilemedeki önemini fark etmediğini söylemişlerdir. Bir diğer grup da, Freud’un önemli toplumsal ve kültürel etkileri bir kenara bırakarak, kişiliğin içgüdüsel temeline çok fazla ağırlık vermesine karşı çıkmıştır. Bazıları da, Freud’un; kişiliğin normal işleyişi ve olumlu yönleri yerine, kişilerin psikolojik bozukluklarına odaklanmasını yanlış bulmuştur. ( Ayrıntılar için; Kişilik Burger; s, 106–107 )
Alfred Adler’in Kuramı:
Adler; Freud’un libido kuramını normal dışı davranışların temel nedeni kabul eden, cinselliğe gerçek dışı bir önem atfeden görüşlerini paylaşmamış ve ondan ayrılmıştır. Adler’e göre kişilik; bireyin kendisini topluma, çevresine ve kendine ispatlama tutumlarının sonucu olarak gelişir. Aşağılık duygusu, güvensizlik, kendini ispat etme, kardeş kıskançlığı, ailede doğum sırası, üstünlük çabası gibi kavramlar; Adler’in kuramında temel öneme sahiptir.
Adler; hayata aşağılık duygusuyla başladığımızı ve bununla baş edebilmek için bir üstünlük çabası içine girdiğimizi söyler. Freud; cinsellik ve saldırganlık temalarıyla güdülenmeyi açıklarken Adler; üstünlük çabasının asıl güdüleyici unsur olduğunu söyler ve şöyle der: “ Üstünlük çabasını, bütün psikolojik olgularda açıkça gördüm. Bütün sorunlarımızın altında bu çaba yatar ve bu çaba sorunlarla başa çıkma yöntemlerimizde kendini belli eder. Bütün işlevlerimiz üstün olma arzusu yolundadır. ” ( Kişilik; Burger s. 152 )
Adler’e göre yaptığımız her şey; yeterli olmak, üstünlük kurmak ve böylece aşağılık duygularımızdan kurtulmaya yöneliktir. Bununla birlikte bazı kişiler; hayatlarındaki başarısızlık durumları nedeniyle aşağılık kompleksi içinde kendilerini küçümser, aşağılar ve çaresizlik algısı içine gömülebilirler. Aslında Adler; kendi mizacında potansiyel risk olarak bulunan; aşağılık duygusu, kendine güvensizlik ve kendini ispat etme eğilimlerini büyük oranda yaşamış ve bunları evrensel olgular zannetmiştir. ( Adler; ana mizacı 9, kanat mizacı 8 olan biridir. Teorisinde, mizacının olumlu ve riskli özelliklerin yansıması açıkça görülür.)
Adler; ayrıca kişiliğin oluşumunda anne–baba davranışının üzerinde özellikle durmuş, bunun son derece önemli olduğunu söylemiştir. İki tür anne–baba davranışının, kişiliğin oluşumunda olumsuz etkileri olduğuna dikkat çekmiştir. Bunlardan ilki, şımartan anne–baba davranışı, ikincisi ise, ilgisiz ve ihmalkar anne–baba tavrıdır. İlkinin çocuğun bağımsızlığını ve doğal gelişimini engellediğini söyler. Böyle ebeveynlerin çocuklarının ileride kendi başlarına olaylarla başa çıkamayacağını, bir şey yapamadığında da aşağılık duygusuna gömüleceklerini ifade etmiştir.
İlgisiz ve ihmalkâr tavrın ise; çocukta soğuk, şüpheci, insanlarla ilişki kurmakta zorlanan samimiyetten rahatsız olan, yakınlıktan ve dokunulmaktan hoşlanmayan bir kişilik yapısına neden olacağını belirtmiştir.
Şunu açıklıkla belirtme zorunluluğu hissediyoruz: Çocuğun mizaç yapısını dikkate almayan ve tek taraflı olarak anne-baba tutumunu temel alan her türlü değerlendirme yanlış ve eksiktir. Nitekim aynı anne baba tutumu; farklı mizaç yapılarındaki çocuklarda farklı sonuçlar doğurmaktadır. (Geniş bilgi için bakınız; Çocuklar neden farklı, Kurtuba kitap, İstanbul, 2016)
Adlere göre; kişilik gelişiminde, çocuğun doğum sırası çok önemlidir. Adler; ilk doğan çocuğun aşırı ilgi gösterilip şımartıldığını ancak ikinci çocuğun gelmesiyle ilk çocuğun tahtından indirilen bir kral gibi aşağılık kompleksine ve hayal kırıklığına uğradığını söyler. Bu yüzden, ilk çocuğun sorunlara daha yatkın olduğunu ileri sürer.
Ortanca çocuk konusundaki değerlendirmeleri ise daha olumludur. Adler’e göre; anne–baba sadece onunla ilgilenmediği için asla şımartılmaz. Her zaman kendilerine yetişmesi gereken büyükleri vardır. Bu yüzden devamlı önündekilere yetişmek için çaba gösterir. Bunun sonucu ortanca çocuklar daha başarılı olurlar. En küçük çocuğun ise büyük kardeşleri tarafından kıskanıldığını, sürekli anne–baba tarafından kayırılma suçlamasıyla karşılaştığını söyler. En küçük olduğu için şımartılan ve kayırılan çocuk, yardım almadan kendi kararlarını veremeyen, bu yüzden de büyüdüğünde aşağılık duygusu içine gömülen bir yapıya sahip olur. Çünkü çevresindeki herkes ondan güçlü ve büyüktür. Ne gariptir ki Adler’in tüm bu yorumlarında, kendi mizaç yapısı çok etkili olmuştur.
Farklı mizaç yapılarındaki çocukları dikkate almadan çocuğun kişiliğinin şekillenmesini anne ve baba tavrına bağlayan Adler’in; doğum sırası ile ilgili yorumları kanaatimizce yanlış bir genellemedir.
Kendi başına karar verememe, üstünlük çabası içinde olma, başarılı olmak için gayretli olma gibi tutumların nedenleri ve motivasyonları doğum sırasıyla açıklanamaz.
Tüm bu tutumlar, kökenlerini, mizacın olumlu özelliklerinden veya potansiyel risklerinden alır. Örneğin; 8 mizaç tipindeki bir çocuk ister en büyük, ister ortanca, ister en küçük çocuk olsun kendi başına karar verecektir. Ancak 6 veya 9 mizaç tipindeki çocuklar da doğum sırasına bağlı olmaksızın kendi başlarına karar verme konusunda sorun yaşayabilirler.
Adler’e göre cinsiyet; güçlü olma ve üstünlük sağlama sürecinde bir vasıtadır. Cinsellik; egemenlik arzusunun gerçekleşmesine yardım eden bir faktördür.
Adler’in cinsellik konusunda tekil örnekler üzerinden yaptığı bu yorumlar da genelleştirilemez. Özellikle bazı mizaç tiplerinde bu görülse de bazı mizaç tipleri için cinsellik kesinlikle böyle görülmez.
Carl Jung’un Kuramı:
Jung’a göre kişilik; birbiriyle ilişkili ve etkileşim içinde olan unsurlardan oluşur. Bunlar; benlik, kendilik, kişisel, bilinçdışı, kolektif bilinçdışı ( arketipler), kompleksler.
Benlik; bilincin merkezidir, kişiliğin bilinçli bölümünü oluşturur, bizim süreklilik arz eden kimlik bilincimiz bu benlikten kaynaklanır. Esasen benlik ( ego ); daha derin ve özsel olan kendiliğin ( self ) dış dünyaya dönük olan idarecisidir. Benliğin kendilikle ilişkisi hareket ettirilen ile hareket ettiren gibidir. Jung; kendiliğe insanlığın asırlardır sahip olduğu yetenekleri içeren ve bu yönüyle de benliğin üzerinde konumlanan bir anlam yükler. Kendiliğin amacı bütünselliktir. Jung’a göre kendilik sadece toplumla ve dünyayla değil, Tanrıyla ve ruhla bir bütünleşmenin de odağıdır. Benlik ise, kişinin doğrudan farkında olduğu parçasıdır. Benlik alanının geliştirilmesi; düşünme, hissetme, duyularla algılama ve sezgi işlevlerinin yaşamda kullanılmasıyla sağlanır. Kişi, bu işlevleri aynı oranda kullanmaz. Birini diğerine oranla daha az veya daha çok kullanır.
İşte bu durum; Jung’a göre, bir kişinin diğer bir kişiden farklı oluşunun nedenidir. Düşünme fonksiyonu baskın olan bir çocuğun karakteri, duygu fonksiyonu baskın bir çocuktan farklı olacaktır. Bu dört işlevin yanında kişide ya içe dönük ya da dışa dönük olmaya bir eğilim vardır. Dışa dönük insanlar nesnel dünyaya, içe dönük insanlar ise içsel ve öznel dünyaya dönüktürler. Jung’un temel kavramlarına kısaca değinecek olursak;
Kişisel bilinçdışı; benliğin unuttuğu, yadsıdığı şeylerin birikimi neticesinde oluşur. Bilince komşu olan kişisel bilinçdışı; ya bilince hiç ulaşmamış ya da bilince ulaştıktan sonra çatışma, yadsıma, bastırma gibi etkenlerle bilinç alanının dışına atılmış duygu ve anılar topluluğudur. Kişisel bilinçdışı ile benlik arasında yakın ilişki vardır.
Kompleksler; kişisel bilinçdışı alanı içinde şekillenir. Kompleksler çözümlenmemiş, hoşlanılmayan, yadsınan düşünce, duygu ve anıların gruplaşmasından oluşan yapılardır. Bazen bu kompleksler ( aşağılık kompleksi, beğenilme kompleksi, reddedilme kompleksi ) kişinin gelişmesine engeldir ve insanın davranış ve düşüncelerini güçlü bir şekilde denetim altında tutarlar. Kişi ya kompleksinin farkına tam varır, ya da farkına varsa da görmezden gelir. Bazı kişiler ise bu komplekslerin hiç farkında olmadan ama onların tahakkümü altında bir ömür yaşarlar.
Kolektif bilinçdışı; insanlığın ortak ( evrensel ) deneyiminin toplamıdır. Bu evrensel hazine, kişiye yansıyabilir ve farkına varmadan yaşamını etkiler. İnsanlığın geçmişten bugüne olan bütün birikimleri kolektif bilinçdışını oluşturur. Bu kolektif bilinçdışının içeriğinin belirginleşmiş imgeleri arketipler ( ilk örnek, prototip ) olarak tanımlanır. Jung; bu konuda yaşamımızda rastlanan durumlar kadar çok arketip vardır, demiştir. Ancak bunların başlıcaları; persona, anima, animus, gölge, ben, yaşlı ve bilge adamdır.
Persona; insanın kendisi olmayan bir karakterle kendini göstermesi ( maske takma ) yani toplumun onayını sağlamak amacıyla dış dünyaya karşı takılan maske–kimlik demektir. Anima; erkeğin dişil yönü, animus ise dişinin erkeksi yönüdür. Jung’a göre her erkeğin içinde bir dişil yön, her dişinin içinde de erkeksi bir yön vardır. Jung bu konuda şöyle demiştir.
“ Bir erkek eşini seçerken kendi bilinçaltındaki kişiye karşılık gelen kendi ruhunun yansımasını hiç tereddütsüz kabul edecek bir kadını cezp etmeye çalışır. ” ( Kişilik, Burger s. 158 )
Gölge; insanın olumsuz tarafını, onun karanlık ve kötü yönünü temsil eder. İstenmemesine rağmen o, her gittiğimiz yerde, gölgeye benzer karanlık bir arkadaş gibi peşimizdedir.
Ben arketipi; kolektif bilinçdışının merkez arketipidir. Ben arketipi diğer arketipleri bilinç düzeyine çıkaran örgütleyen, onları uyumlu bir şekilde düzenleyen arketiptir.
Jung’un kişilik konusunda en önemli değerlendirmeleri, psikolojik tipler adıyla yaptığı sınıflandırmadır. Jung; öncelikle insanları içe dönük ve dışa dönük tipler olarak ayırır. Daha sonra algılama açısından 5 duyuyla algılayanlar ile sezgileriyle algılayanlar olarak ayırır. Daha sonra, insanların düşünceleriyle ve duygularıyla olmak üzere iki farklı tarzda yorum ve yargıda bulundukları sonucuna varır. Böylece 8 psikolojik tip tanımlaması yapar.
Bu tanımlama önemli olmakla birlikte, kişiliğin nasıl bir fonksiyon gördüğünü tanımlamaya çalışmakta ancak kişiyi güdüleyen ve motive eden iç etkenlere ve arayışlara yeterince değinmemektedir.
Jung’un tanımladığı 8 psikolojik tip şöyledir:
İçe dönük düşünen tip: Bu tiplerin zihinsel etkinlikleri yoğundur. Dış dünyada olan olaylarla pek az ilgilidirler. Esas itibariyle olaylardan çok teori ve fikirlere ilgi gösterirler.
İçe dönük duygusal: Bu tiplerin kendilerine sakladıkları farklı bir dünya vardır. Duygu ve anlayışlarını direkt göstermeksizin varlıklarıyla bunu ifade etmek isterler.
Jung “ Bunlar genelde sessiz, geçit vermeyen, zor anlaşılır tiplerdir. Uyumlu, çarpıcı, etrafa hoş ve sükûnetli bir izlenim verirler. Diğerlerini etkileme, tesir etme veya bir şekilde onları değiştirme amacı gütmezler. Başka birinin hislerine tepki göstermede pek fazla çaba harcamazlar. Bu tip; belirsiz bir üstünlük hissiyle beraber eleştirel yansızlık taşıyan bir nezakete sahiptir ” der. ( Anthony Stevens: Jung s. 96 )
İçe dönük sezgisel: “ İçe dönük sezgi dış ihtimallerle uğraşmaz, fakat nesnel objenin kendisinde açığa çıkardığı şeyle ilgilenir. ” Bilinçdışı imgeleri nesne derecesinde kabul eder, onları somutlaştırma eğilimi taşırlar.
Jung’un deyimiyle bilinçdışının döl yatağında her ihtimalin peşinden giderler. Parlak içgüdülerini, başkalarına iletmek maksadıyla yeterince düzenlerlerse başkaları bunların devamını getirebilir. ( Anthony Stevens Jung s. 98 )
İçe dönük duyumsal: Jung’un deyişiyle “ Dışa dönük duyumsal tip nesnel etkilerin kuvvetiyle idare edilirken, içe dönük duyumsal tip nesnel uyarıcının harekete geçirdiği öznel bir duyum tarafından yönlendirilir. Kişi; bir duruma yönelik tüm detaylara dikkat eder ve istenildiği takdirde hatırlayabilir. Bu tip insanlar manzaraları, renkleri, kitap metinlerini ve benzeri şeyleri canlı bir şekilde hafızalarında tutabilirler. ”
Dışa dönük duyumsal tip: Bu tip insanlar nesnel gerçekle, gerçekte nesnelerin nasıl olduklarıyla ilgilidirler. Bu kişiler detaylardan hoşlanırlar. Soyutlamalara, değerlere, anlamlara ayıracak pek vakitleri yoktur. Jung’un deyişiyle daimi hedefleri duyumlara sahip olmak ve mümkünse bundan zevk almaktır. Parolaları şöyledir: Ye, iç, eğlen çünkü yarın öleceğiz. Nitekim bu kişiler yapay ve ruhsuz gözükebilirler. (Jung s. 92 Anthony Stevens)
Dışa dönük düşünen tip: Bu tipteki insanlar etkinliklerini bir dış kriter tarafından yönlendirilen zihni mülahazalara dayandırırlar. Bu kişiler problem çözmede, iş organizasyonlarında, meseleleri izah etmede ve sapla samanı ayırmada oldukça mahirdirler. Düşünmeye hissetmekten daha fazla önem verdiklerinden soğuk ve uzak olarak görünebilirler. ( Anthony Stevens Jung s. 94 )
Dışa dönük duygusal tip: Nazik ve geçimi kolaydır. Yalnız kalmaktan hoşlanmayan, dış dünyadan aldığı tepkilerle duyguları şekillenen, arkadaşı çok olan bir tiptir. İhtiyacınız olduğu anda hemen yardıma koşan, sıcakkanlı duygularına göre yaşayan bir yapıları vardır.
Dışa dönük sezgisel: Bu tipteki insanlar nesnel gerçeklikle başa çıkmak için genellikle sezgilerini kullanır. Duyumsal tiplerin aksine sezgiseller nesnelerin gerçekte nasıl oldukları değil fakat onların ne işe yaradıklarıyla ve neyi çağrıştırdıklarıyla ilgilenirler. Jung’a göre sezgi bir algı veya vizyon değil fakat nesneden aldığı ölçüde ona bir şeyler katan, etkin yaratıcı bir süreçtir. Dışa dönük sezgisel tipler belli bir duruma ilişkin gizli olasılıkları fark etmede gecikmezler. Ve ileride meydana gelebilecek gelişmeleri sezmede, tahmin etmede başarılıdırlar. Fakat düşünmeyi yardımcı bir fonksiyon olarak kullanmadıkları takdirde başladıkları projeyi yürütemeyip doyurucu bir netice almakta başarısız olabilirler. Jung’un bu sınıflandırması daha sonra geliştirilerek MBTI adıyla 16 tip olarak tanımlanmıştır.
Jung; insan psişesini kadim bilgelik metinlerinden aldığı bilgileri de (simya, tao ching, gnostik metinler)kullanarak anlamaya çalışmıştır. Jung; ‘5’ mizaç tipine sahip biri olarak, olabildiğince kuşatıcı olmaya çalışmış ve bireyleşme dediği tamamlanmış bir varoluş düzeyine gelmeye çalışmıştır. Ancak bireysel varoluş düzeyinin ötesindeki bireyüstü varoluşa geçememiştir.
Kişilik tipleri nispeten işe yarayan bir sınıflandırmadır. Ancak bu sınıflandırma; kişilerin neyi nasıl yaptıkları üzerinde durmuş, ancak temel arayış ve motivasyonlarını, yani neyi niçin yaptıklarını pek irdelememiştir. Üstelik farklı arayışlarla aynı şeyi yapıyor görünen kişileri aynı grubta tanımlama riski barındırmaktadır.
Karen Horney’in Kuramı:
Horney; çevresel etkenlerin ve ilişkilerin kişiliğin oluşumunda ve gelişiminde en önemli rolü oynadığını belirtir. Freud’un; libido, içgüdü ve cinselliğe olan vurgularını abartılı bulur ve eleştirir. Ona göre insandaki temel ihtiyaç; güven ve doyumdur. Bu ihtiyaçların giderilmesi sürecindeki aile içi ve çevre ile olan ilişkilerle yaşanan durumlar kişiliği şekillendirir. Bireyler arasındaki ilişkiler bu süreçte her şeyden önemlidir. Horney; kadın ve erkek arasındaki farklılığın cinsel farklılıktan kaynaklanmadığını söyler. Ona göre oidipal çatışma babaerkil toplumlardaki çocuk ve baba arasındaki olumsuz ilişkilerden kaynaklanır.(Ne yazık ki; Horney’de babasının baskı ve küçümsemesinin etkisini ömür boyu hissetmiş ve bu durum yorumlarına yansımıştır.)
Horney’e göre Freud’un aksine; kadının cinsel farklılık yüzünden erkeğe imrenmesi söz konusu değildir. Burada imrenme erkeğin cinsel farklılığına değil, erkeğin toplum içindeki güçlü ve baskın konumunadır. Bu güçlü konumu erkeğe toplum verir. Horney’e göre Freud’un aksine saldırganlık doğuştan değildir. Saldırganlık güvenliğini tesis etmek ve sürdürmek için oluşturulan bir tepki mekanizmasıdır. Horney’e göre kişi; güven ve doyum ihtiyacı konusunda meydana gelen sorunlardan dolayı kaygı sürecine girer. Ve buna karşı 10 farklı tepki tarzı ile kaygı ile baş etmeye çalışır. Bunlar;
- Sevgi ve onay aramak
- Sömürücü–başkalarından alıcı olmaya dönük davranmak
- Kusursuz olmaya ve eleştirilere karşı koymaya çalışmak
- Bağımsız ve kendine yeterli olmaya çalışmak
- Saygınlık kazanmaya ve popüler olmaya çalışmak
- Güçlü olmak ve güç kazanmak
- İnsanlardan kaçınarak yaşamını dar sınırlar içinde tutmak
- Başkalarının hayranlığını kazanmak için onların istediği gibi davranmak
- Başarılı olmak ve başarılı olmaya dönük davranmak
- Kendisini yönlendirecek bir partnere ihtiyaç duymak ve onu aramak
Horney; insanda doyumsuzluk ve güvensizliğe bağlı olarak gelişen temel nevrotik zeminin 3 tip tutumla dengelenmeye çalışıldığını söyler ve bu açıdan üç temel kişilik tipi olduğunu ileri sürer.
a )İnsanlara karşı-saldırgan tip; İnsanlara karşı bir tutum içinde olan saldırgan tip; diğerlerinin düşman olduğuna inanır. Bu tip; her zaman güçlü olmaya veya en azından öyle gözükmeye çalışır. Başkalarından üstün olmak ve güç kazanmak ihtiyacındadırlar.
b) İnsanlardan uzaklaşma eğilimindeki tip; duygusal yalıtıma, insanlardan uzaklaşmaya duyulan ihtiyaç ile karakterizedir. Arada sırada yalnız kalma isteği her insanda oluşabilir. Ancak bu tip nevrotik kişilerde diğerleriyle bir arada olmak bir gerilim kaynağıdır. Bu tip insanlar, yaşamda genelde seyirci konumundadırlar. Herhangi bir iş birliği, rekabet, duygusal anlamda coşkulu bir durum yaratacak her durumdan kaçınırlar. Hiçbir şeye fazla önem vermeden ve bir başkasına bağlanmadan kendi kendilerine başarılı olmak isterler. Haz aldıkları şeyler bağlılık oluşturduğunda onlardan vazgeçmek isterler. Kendilerine keskin sınırlandırmalar koyabilirler, paylaşımı sevmezler. Hayatlarını kendi alanlarında ve gözlerden uzak yaşamayı severler. Bu aşırı bağımsızlık ihtiyacı kendilerini kısmen zorladıkları ve zorunluluğuna inandıkları bir ihtiyaçtır. Kendisinden bir şeyler beklenmesi veya zamanında bir yerlere yetişmesinin gerektiği durumlar onları rahatsız eder.
c) İnsanlara yönelen tip; Bu insanlar, sevilme ve onaylanma ihtiyacı hissederler. Bir arkadaş, sevgili ve eş arayışındadırlar. Bu arayışlarda, yakınlık ve ait olma arzusu vardır. İhtiyaca bağlı bu arayışlar kişiyi içten içe zorlar. Sevecenliğe dair bu arayışları aslında; çaresizlikten kurtulmak ve güvenmeye yönelik bir doyumsuzluğu tatmin etmeye yöneliktir. Bu dürtülerin peşinde sürekli koşma eğilimindedirler. En uç durumlarda fedakarca davranışlar gösterir ve başkalarının kendilerinden bekledikleri şeyleri körü körüne onlara veren insanlar haline gelirler. Olumsuz süreçlerde kendilerini suçlarlar ve özür dileme yönünde tutum sergilerler. İhtiyaç ve beklentileri onları çevresindeki insanlara daha büyük bir bağımlılık geliştirmeye iter. Kişi sevgi, koruma, destek, sevecenlik, yakınlık beklentisi ve isteğindedir.
Karen Horney’in bu sınıflandırması kısmen anlamlı olmakla birlikte çok yüzeysel ve sınırlı bir sınıflandırmadır.
Örneğin; Enneagram’daki 5 ve 9 mizaç tipleri; uzak durma eğilimindeki tiplerdir. Ancak bu iki tipin içsel algılama tarzları ve arayışları birbirinden çok farklıdır. Dolayısıyla tutum ve davranışlarının altında yatan nedenlerin birbirinden farklı olduğu kişilik tipleri, Horney tarafından benzer bazı özellikleri nedeniyle aynı kabul edilmişlerdir.
Cloninger’in mizaç ve karakter modeli:
Cloninger’in psiko-biyolojik kişilik modelinde dört mizaç ve üç karakter boyutu vardır. Mizaç boyutları; yenilik arayışı, zarardan kaçınma, ödül bağımlılığı ve sebat etme; karakter boyutları ise kendini yönetme, işbirliği yapma ve kendini aşma olarak tanımlanmıştır. Mizaç ve karakterin toplamının ise kişiliği oluşturduğu ifade edilmiştir.
Mizacı; kişiliğin biyolojik ve emosyonel (duygusal) yönü olarak, karakteri ise algıların sonucunda oluşan davranış değişikliklerini kapsayan öğrenmeyle oluşan yönü olarak tanımlamıştır. Cloninger mizaç boyutları olan, yenilik arayışını davranışsal aktivasyonla, zarardan kaçınmayı inhibisyonla, ödül bağımlılığını ve sebatkarlığı sürdürülebilirlik kavramları ile ilişkilendirerek açıklamaya çalışmıştır. Mizaç boyutlarını dopamin, serotonin, norepinefrin ve glutamat ile bağlantılandırarak modelini biyofizyolojik olgularla desteklemeye çalışmıştır. Galen’den ve Aristo’nun psikoloji ve ahlak (karakter) modelinden oldukça etkilenmiş görünen Cloninger, mizaç ve karakter modelini bu temellerden beslenerek oluşturmuş, bunun yanında biyogenetik çalışmalarla da destekleyerek, zenginleştirmeye çalışmıştır (bkz. Teori ve Pratik Arasında Aristotales Üzerine; Murat Satıcı, ETHOS, Temmuz, 2013 )
Nitekim Aristotales; ruhun (aslında kastedilen psişe’dir) akılsal kısmına direnen ve ona itaat etmeyen kısmını; etkilenmeye açık olan, arzulayan ve iştah duyan kısım olarak tarif etmekte ve bu açıdan insanların arzu, korku, öfke duyan, acıdan kaçan, hazza yönelen yönleri olduğunu vurgulamaktadır.
Aristo; erdemleri de entelektüel erdemler ve karakter (ahlaki) erdemler olarak sınıflandırır ve bunları sezgisel akıl, felsefi bilgelik ve cömertlik, onurlu ve şerefli olmaya çalışmak, alçak gönüllülük, cesaret, ölçülülük, toplumsal ilişkilerde dostluk, sevgi ve adalet olarak tanımlar. Ayrıca Aristoteles, erdemli olan ve olmayan ayrımında “kendine hakim olma” örneğini verir; kendine hakim olan insanda ruhunun akıl dışı kısmının, ruhun rasyonel kısmına itaat ettiğini söyler ve övgüye değer bulur. Kendine hakim olamayan insanı ise; ruhun akıl dışı kısmı, rasyonel kısmına itaat etmediğinden dolayı kınar. Aristoteles, ruhun akli kısmına direnen ve ona itaat etmeyen kısmına, arzulayan kısım adını verir. Cloninger’in modelinin temeli olan Aristo’nun düşüncelerine ilişkin bu kısa referansın ardından modelin analizine geçebiliriz.
Cloninger; mizacı, biyolojik ve emosyonel bir yapı olarak tanımlamakla mizacın bilişsel ve davranışsal niteliklerini/komponentlerini göz ardı etmiştir. Nitekim gerek Thomas & Chess’in, gerekse Piaget’in çocuklar üzerindeki araştırmalarında mizacın davranışsal ve bilişsel nitelikleri görülmüştür. Uyumluluk, sokulganlık, çekingenlik, dikkat süresi ve devamlılığı gibi özellikler doğumdan itibaren izlenebilen bu nitelikteki mizaç özellikleridir.
Dokuz mizaç modeli mizacın; duygusal, bilişsel ve davranışsal kompanentlerin tümünü içerdiğini, bununla birlikte mizaç farklılıklarına bağlı olarak bunlardan birinin daha baskın olduğunu değerlendirmektedir. Ayrıca Cloninger, mizacı; korku, kızgınlık gibi basit emosyonlara indirgemekte ve ancak karakterin itidal, sabır gibi özellikler taşıdığını söylemektedir. Halbuki mizaç; sadece korku ve kızgınlık gibi basit emosyonları içermemektedir. Bunları da içermekle beraber uyumluluk, rasyonel analiz, sebatkarlık, sevgi, yardımlaşma, merhametli olma, meraklılık, barışçı olma ve esnek olma gibi birçok emosyonel, bilişsel ve davranışsal özellikleri de içermektedir. Dolayısıyla Cloninger’in daha çok sosyal öğrenme ve iç bilişsel süreçler/içgörüler ile şekillenen aşamalı bir olgunlaşma süreci ile ilişkilendirdiği bazı özellikler (cesaret, ölçülülük, cömertlik, sevgi, sorumluluk, disiplin veya talepkarlık, töleranssızlık) sosyal öğrenme ve yüksek bilişsel süreçler olmaksızın, bazı mizaç tiplerinin yapısal çekirdeğinde güçlü şekilde var olabilir.
Bu modele göre Cloninger’in sözünü ettiği karakter özelliklerine bazı mizaç tipleri, doğuştan gelen mizaç yapıları gereği daha yatkındırlar. Bir başka ifadeyle kendini yönetme, işbirliğine açıklık ve kendini aşma olarak ifade edilen karakter boyutlarının sadece sembolik yorumlama, ahlaki olgunluk, inanç, iç görü ve yüksek bilişsel süreçlere bağlanamayacağını söylüyor ve bazı mizaç yapılarının bu nitelikleri bir ölçüde doğalarında taşıdıklarını iddia ediyoruz. Tabi ki kültürel/inançsal ve ahlaki kodların bilişsel süreçlerle işlenerek içselleştirilmesiyle de bu özellikler kişilik düzeyinde görülebilir. Ancak bu özelliklerin mizacın yapısal çekirdeğinden mi kaynaklandığını yoksa mizaçla birlikte veya mizaca rağmen yukarıda sayılan etkenlerle mi şekillendiğini tespit etmek için mizaç yapısının bilinmesi çok önemlidir.
Karaktere gelince; bu modele göre karakter; doğuştan gelen ve değişmeyen mizaç çekirdeğinin iç ve dış etkenlerle (zeka, cinsiyet, biyolojik faktörler, aile, eğitim, kültür, inanç, yaşanan olaylar) şekillenen kişiliğin değişime oldukça dirençli, kararlılık ve belirginlik kazanmış özellikleridir. Bunlar ahlaki olgunluk, iç görü, inanç ve yüksek bilişsel süreçlere bağlı olarak olumlu özellikleri içermekle beraber; çoğunlukla mizaç çekirdeğinin olumlu ve olumsuz tetiklenmeleriyle şekillenen ve kişilik düzeyinde belirginlik ve kararlılık gösteren (hem olumlu hem olumsuz olabilen) özelliklerdir.
Bazı bireyler doğuştan gelen mizaç özellikleri bağlamında sabırlı, ölçülü hareket eden, iyimser, ümitli, sevgi ve şefkat dolu, sevecen, sorunlara rasyonel çözüm arayan, kendini kontrol eden bir kişilik görünümü sergileyebilir. Bir başka ifadeyle bu nitelikler, Cloninger’in iddia ettiği anlamda sembolik yorumlama veya yüksek bilişsel işlevleri kapsamaksızın bireyde mizaca bağlı olarak görülebilir.
Özetleyecek olursak, Cloninger ve arkadaşlarının (1997) ‘’mizaç ve karakter arasında hiyerarşik bir ilişki vardır, zihinsel süreçleri yöneten karakter; duygusal tepkileri meydana getiren mizacı süpervize eder ve düzenler’’ görüşüne katılmıyoruz. Çünkü mizaç düzeyindeki bazı özellikler, doğrudan doğruya bazı karakter özellikleriyle örtüşmektedir. Örneğin; sebatkarlık (zorlanma ve engellenmelere karşı davranışın sürdürülmesi, çalışkanlık, kararlılık, mükemmeliyetçilik, azimlilik) ve zarardan kaçınmanın (ihtiyatlılık, dikkatli planlama, tehlikeden uzaklaşma) bazı özellikleri birleştiğinde kendini yönetmenin (sorumluluk, amaçlılık, beceriklilik, disiplinli olma) ölçütlerini oluşturabilmektedir. Yine zarardan kaçınmanın düşük düzeyde (kaygısız, enerjik, cesur, sempatik ve iyimser), ödül bağımlılığının ise yüksek düzeyde (merhametli, adanmış, bağımlı ve girgin) olduğu bireyler; karakter düzeyinde işbirliği yapma puanı yüksek (töleranslı, empatik, yardımsever, merhametli) bir tutum sergileyebilirler.
Dolayısıyla son tahlilde; Cloninger’in, kişiliği; mizaç ve karakter olarak iki ayrı bileşenden oluşan bir yapı olarak ele alması doğru değildir. Bize göre kişilik; dış etkenlerle mizacın karşılıklı etkileşimi ile mizaç yapısı zemininde gelişen duygu-düşünce ve eylem kümesinin tümüdür. Ve ömür boyu mizaç zemini ve sınırları içinde değişir. Karakter ise; Cloninger’in aksine kişilik örüntüsü içinde bulunan değişime dirençli, belirgin ve kararlı özellikler olup olumlu veya olumsuz nitelikte olabilir.
Ayırıcı özellik kuramı:
Kişiliğe boyutsal olarak bakan önemli bir yaklaşım tarzı da, ayırıcı özellikler yaklaşımıdır. Bu yaklaşım özellikle Allport, Murray, Eysenck, Cattell, Costa ve McCrae gibi araştırmacılar tarafından geliştirilmiştir. Araştırmacılar farklı sayıda ve nitelikte özelliklere vurgu yapmış olup 3, 5, 7, 16’lı ayırıcı özellik modelleri önermiştir. Tüm bu modeller mizaç ve kişilik ayrımı gözetmeksizin gözlemlenebilir davranış ve tutumlardan yola çıkarak, bireyleri ayırıcı özellikler bağlamında tanımlamaya ve bu özellikler açısından hangi derecede bulunduklarına göre sınıflandırmaya çalışmışlardır.
Ayırıcı özellikler yaklaşımını kişilik psikolojisinde ilk kullanan Gordon Allport; bunun sınırlılıklarını en başından fark etmiştir. Davranışın çeşitli çevresel etkenler tarafından şekillendiğini, ayırıcı özelliklerin bir bireyin ne yapacağını kestiremeyeceğini söyleyen Allport; bunun yanında “bir kişinin etkinlik akışında değişken bir kısmın yanı sıra durağan bir kısım da vardır” diyerek bireyde statik ve dinamik iki kısım olduğunu ileri sürmüştür. (Burger, 239)
Allport; kişiliği en iyi tanımlayan 5-10 özelliğe temel özellikler adını vermiş, bir insanı anlamak için öncelikle kişinin temel özelliklerini belirlemek, sonra bu özelliklerin her birinde kişinin nerede durduğuna karar vermek gerektiğini önermiştir. (Kişilik; Burger, 240) Ancak tüm ayırıcı özellik modellerinde olduğu gibi Allport da; davranış ve tutum altında yatan dinamik sürece ve motivasyonlara, ya hiç vurgu yapmamakta ya da çok az değinmektedir.
Bu tip modeller;, bazı özellikler açısından kişinin durumsal tutumunu temel almaktadır. Ancak gelişim ve değişim dinamikleri pek dikkate alınmamaktadır. Örneğin dokuz mizaç/ enneagram modelindeki 6 mizaç tipindeki bir kişi; kendini yeterli hissettiğinde ve çevresi tarafından desteklendiğinde; sakin, güvenli, yakın, sosyal, işbirliğine açık, dikkatli ve iradeli olur. Ancak aynı kişi; kendini yetersiz hissettiğinde ve çevresi tarafından desteklenmediğinde; kaygılı, çekingen, katı, şüpheci, kendini kontrol edemeyen bir tutum içinde olabilir. Dolayısıyla bir kişiyi tanımlamak için durumsal tutumundan çok mizaç tipini tanımlayabilmek daha önceliklidir.
Ayırıcı özellik yaklaşımında, bireylerin davranış ve tutumları arasında karşılaştırma yapma olanağı söz konusu olmakla birlikte durumlara ve şartlara bağlı değişimleri kestirmek ve yorumlamak pek olanaklı değildir. Yine bu yaklaşımlarda; kişilik değişimlerine ve bu değişimlerin dinamiklerine dair yeterli ve geçerli çözümlemeler yapılmamaktadır. Nitekim araştırmacılar, ayırıcı özelliklerin nedenlerini açıklamakta ve kişiliğin kompleks yapısını açıklamakta yetersiz kaldığını belirtmektedir. (Burger; Kişilik, 240-241)
Bu yaklaşımın önemli temsilcilerinden biri de Costa ve Mc Crae’nin geliştirdiği Beş Faktör modelidir. Faktör analizine dayalı olarak geliştirilen bu modelde nevrotiklik, dışa dönüklük, açıklık, uyumluluk ve öz disiplin kavramları esas alınmaktadır. Bu kuramda kişiliğin nasıl şekillendiği, hangi nedenlerden kaynaklandığı ve değişip değişmediği üzerinde durulmaz. Büyük beşli olarak adlandırılan kişilik faktörleri şu şekilde açıklanmıştır.
- Nevrotiklik: Kaygılılık/sakinlik, güvensizlik/güven, kendine acıma/kendinden memnuniyet
- Dışa dönüklük: Sosyallik/çekingenlik, ciddiyet/eğlenceyi sevme, yakın olma/mesafeli davranma
- Açıklık: Hayalci/gerçekçi, bağımsızlık/uysallık, sıradanlık /farklılığa yönelme
- Uyumluluk: Yumuşak kalplilik/katılık, güvenen/şüphe duyan, yardımsver/iş birliğine kapalı
- Öz disiplin: Düzenli/düzensiz, dikkatli/dikkatsiz, iradeli/kendini kontrol edemeyen.
Costa ve Mc Crae; kişilik boyutlarının yetişkinlik dönemi boyunca değişmediğini savunmaktadır. Ancak yapılan araştırmaların bir kısmında yaş ile birlikte bazı boyutların düştüğü, bazılarının da artış gösterdiği ortaya konulmuştur. Bu araştırmalar ışığında Beş Faktör modelinin bireyin yaşam boyu değişen ve değişmeyen özelliklerini tanımlamakta ve yorumlamakta yetersiz kaldığını söyleyebiliriz. Bunun nedeni Costa & McCrae’nin mizaç ve kişilik kavramları bağlamında bireyde statik ve dinamik alanları tanımlayamamaları, davranış ve tutumların dinamiklerini/motivasyonlarını yeterince ele almamalarıdır.
Dokuz mizaç/ennneagram modeli ise; bireyler arası farklılıkları öncelikle kategorik biçimde mizaç tiplerinin farklılıklarına vurgu yaparak açıklamaktadır. Bunun yanı sıra aynı mizaç tipindeki bireylerin; farklı iç ve dış etkenlerle etkileşimi ile son tahlilde kişiye özgü bir kişilik görünümü kazandığına vurgu yapmaktadır. Ayrıca bu model; bireyin tutum ve davranışlarının altında yatan dinamiklere ve motivasyonlara vurgu yaparak hem davranış ve tutumu daha derinlemesine yorumlamakta, hem de değişimlerin nedenlerini kestirebilmektedir.
Hans Eysenck’in Kuramı:
Eysenck kişilikteki bireysel farklılıkların, fizyolojik ve biyolojik farklılıklardan kaynaklandığını söylemiştir. Eysenck’in bireysel farklılıkların biyolojik boyutlarına yaptığı vurgu günümüzde, biyolojik yaklaşımın çokça öne çıkmasıyla daha bir önem kazanmıştır. Eysenck; kişilik özelliklerini tanımlamakta, faktör analizi yöntemini kullanmıştır. Araştırmaları sonucu bütün kişilik özelliklerinin üç temel kavram üzerinden tanımlanabileceğini belirtmiştir. Bunlar içe dönüklük–dışa dönüklük, nevrotiklik, psikotikliktir.
Eysenck’e göre; tam bir dışa dönükseniz; cana yakın, atılgan, rahat, pek çok kişiyle ilişki kuran, grup etkinliklerinde sık yer alan bir kişisinizdir. Yine siz insanlarla konuşmayı seven birçok arkadaşı olan kendi başına kalmaktan hoşlanmayan bir yapıdasınızdır. Eğer içe dönükseniz; sessiz içe kapanık, insanlardan çok kitaplardan hoşlanan, çok yakın sınırlı arkadaşları dışında insanlarla beraber olmaktan hoşlanmayan birisinizdir. Eysenck; dışa dönükler ve içe dönüklerin sadece davranışlarının değil fizyolojik yapılarının da farklı olduğunu öne sürmüştür. Eysenck’in modelindeki nevrotiklik boyutu; duygusal davranma eğilimini gösterir. Güçlü duygusal tepkiler verme ve uzun süre normal durumuna dönememe nevrotiklik boyutu ile ilgilidir. Bu tipler; çoğumuzdan daha kolay heyecanlanır, öfkelenir, depresyona girerler. Bu boyutun karşıt ucundakiler ise; beklenmedik ani davranışlarda bulunmazlar. Ani duygusal, iniş–çıkışlar yaşamazlar. Eysenck; araştırmaları sonucunda üçüncü bir ayırıcı özelliği yani psikotikliği modeline eklemiştir. Bu boyut bencil, saldırgan, mesafeli, soğuk, anlayışsız başkalarıyla ilgilenmeyen başkalarının hakkına duyarsız tutumları ifade eder.
Eysenck; kişilik gelişimindeki farkın üçte ikisinin biyolojik etkenlere bağlanabileceğini söyler. Eysenk; sadece biyolojik boyuta odaklanmış ve her şeyi bu açıdan yorumladığından değişim dinamiklerini gerektiği ölçüde irdelememiştir. Üstelik yaptığı sınıflandırma çok sınırlı olup süreç analizi yapma konusunda yetersizdir.
Akiskal ve affektive mizaç modeli:
Psikopatoloji alanında yaygın olan Akiskal ise; kategorik bir yaklaşım öne sürmüş ve depresif, hipertimik, siklotimik, irritabl ve anksiyöz olmak üzere 5 mizaç kategorisi tanımlamıştır. Akiskal, mizacı; kalıtımla geçen, yaşam boyu çok az değişen, kişiliğin emosyonel, mativasyonel ve uyuma yönelik davranış otomatizasyonlarının yapısal çekirdeği olarak tanımlamaktadır. Akiskal’ın bu mizaç kategorileri adlarından da anlaşılacağı gibi mizacın duygulanım tarzına odaklanmaktadır.
Biz de; mizacın kalıtsal olduğu, kişiliğin yapısal çekirdeğini oluşturduğu görüşünü paylaşıyoruz. Buna karşın mizacın; duygulanımın yanında bilişsel ve davranışsal yönlerinin de olduğuna ve bunların tümünün bir arada düşünülmesi gerektiğine inanmaktayız. Ayrıca Akiskal; bireyleri, daha çok psikopatolojik duygu durumları üzerinden değerlendirmiş ve mizacın patolojik olmayan örüntü ve görünümünü vurgulamamıştır. Halbuki mizaç hem normal hem de patolojik alanda etki ve yansımaları olabilen bir yapısal çekirdektir. Bu modelde biz bunu şöyle açıklamaktayız: “ Mizaç çekirdeği; temel olarak doğal ve olumlu özellikler kümesinden oluşur. Ancak her bir mizaç özelliğinin hem doğal ve olumlu olan, hem de olumsuz şartlar tarafından tetiklenen potansiyel riskleri nedeniyle olumsuzluğa açık yanı bulunmaktadır. Dolayısıyla mizaç; normal ve sağlıklı bir kişilik görünümünün temeli olabildiği gibi, psikopatolojilerin oluşmasında da potansiyel anlamda rol oynamaktadır.
Hümanist yaklaşım Kuramı:
Freud’un cinsellik ve saldırganlık içgüdüleriyle şekillenen kişilik yapısı kuramı ile insanı öğrenilmiş davranış ve düşünce kalıplarıyla şekillenen bir yapı ile tanımlayan davranışçı kuramına karşı hümanist yaklaşım; kişinin özgür irade, karar verme ve kendini gerçekleştirme ile var olma kavramlarına öncelik vermiştir. Bu kuramda şu dört temel öğeye vurgu vardır.
- Kişisel sorumluluğa yapılan vurgu
- “ Şimdi ” ve “ burada ” ya yapılan vurgu
- Bireyin fenomenolojisine yapılan vurgu
- Kendini gerçekleştirmeye ve gelişime yapılan vurgu
Hümanist kuramcılar; davranışlarımızın o an ne yapmak istediğimizi gösteren kişisel tercihlerimizi yansıttığını söylerler. Onlara göre insanlar yapmak zorunda oldukları için değil, yapmak istedikleri için bir şey yaparlar. Hümanist görüş; şimdi ve burada olgusuna vurgu yaparak insanların geçmişlerinin esiri olmak zorunda olmadıklarını ifade eder. Geçmiş deneyimlerimiz, kişiliğimizi ve davranışlarımızı etkiler. Ancak bu deneyimler ne olabileceğimiz konusunda belirleyici değildir. Hümanist yaklaşımın getirdiği önemli yenilik; potansiyelini tam kullanma ( Carl Rogers ) ve kendini gerçekleştirme ( Abraham Maslow ) kavramlarıyla kişinin var oluşsal “ olma ” sürecine dikkat çekmiş olmalarıdır. Maslow ihtiyaç hiyerarşisi adıyla kişinin bu ihtiyaçlarını karşılamaya dönük bir çaba içinde olduğunu ifade eder. Bunlar aşağıdan yukarıya şöyledir: Fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik ihtiyacı, ait olma ve sevme ihtiyacı, kendini gerçekleştirme ihtiyacı. Ona göre alt düzey gereksinimleri karşılandıkça kişi, daha yukarıdaki gereksinimlerine yönelir. Bu model; insanın doğuştan gelen mizaç zeminini pek dikkate almamaktadır. Ayrıca Maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisi her mizaç için doğru değildir. Örneğin; bazı kişiler için kendini gerçekleştirme ihtiyacı güvenlik ihtiyacından çok daha önceliklidir.
Davranışçı Kuram:
Davranışçı kuram; öğrenilmiş ve edinilmiş davranış ve düşünüş kalıplarıyla kişiliğin şekillendiğini öne sürer. Watson’a göre kişilik; alışkanlık sistemlerimizin bir son ürünüdür. Yaşam sürecimizde belli davranış kalıplarını öğrenir ve onları yapmaya koşullanırız. Anne–baba, öğretmen, toplumsal kültür bize nasıl davranacağımız ( çaba gösterme, hırslı olma, çekingenlik, saldırganlık, toplumdan kaçınma, korku, cesaret ) konusunda bizi şekillendirici bir rol oynar. Farklı deneyimler ve ortamlar farklı kişiliklere yol açar. Watson koşullanmanın ve şartlanmanın gücüne çok inanıyordu. Öyle ki “ bana bir düzine sağlıklı çocuk ve onları yetiştirebileceğim koşulları belirli bir ortam sağlayın her hangi birisini seçip doktor, avukat, sanatçı, tüccar hatta dilenci, hırsız olacak şekilde yetiştirebilirim. ” demiştir. Böylece çocuğun kalıtsal yetenekleri, zekâsı, ya da iç motivasyonları ve ailesinin etkisinin tamamen göz ardı edilebileceğini iddia etmiştir. Davranışçılar; davranışlarımızın nedenlerini öğrenme deneyimleme ve koşullanma ile açıklarlar. Kalıtımın ve iç motivasyonların etkisi önemsizdir. Rotter, kişinin bir davranış gösterme olasılığının o davranışa verilen ödül veya cezaya göre oluştuğunu söyler. Bir kısım davranışçılar edimsel şartlanmaya ek olarak, izleyerek öğrenme kavramını ortaya koymuşlardır. Bu model kişinin doğuştan getirdiği özellikleri yok saymaktadır ki; bu yaklaşım başlı başına yanlıştır.
Bilişsel-davranışsal kuramın kişilik kuramı:
Bu kuram; davranışlarımızın içsel bilgi işleme sürecinin bir sonucu olduğunu söyler. Farklı bilgi işleme biçimleri farklı davranışlara ve kişiliklere yol açar. Yani bilişsel yaklaşım; kişilik farklılıklarını insanların bilgi–işlem süreçlerindeki farklılıklara bağlar. George Kelly; olayları yorumlamak ve davranışlarımızı şekillendirmek için kullandığımız bilişsel bilgi işleme sürecini kişisel yapılar olarak tanımlar. Hiçbir insanın kişisel yapısı bir başkasına benzemez. Tepkilerimizin farklı olması kullandığımız şemaların farklılığındandır. Şemalar; verileri algılama, düzenleme, işleme ve kullanmamıza yardım eden varsayımsal bilişsel yapılardır. Şemaların işlevi; çevremizdeki olayları algılayıp tanımlamaya ve gerekli tavrı takınmaya yardımcı olmaktır. Şemalar bir nevi program gibidir. Dışardan alınan veriler bu programda dikkate alınır, tanımlanır, değerlendirilir ve tepki oluşturulur.
Bu model; sorun çözme odaklı, pratik ve olgusal bir yaklaşımda bulunmaktadır. Ancak bilişsel ve davranışsal şemaların neden o kişilerde oluştuğuna dair yapısal zemini göz ardı etmektedir.
Enneagram modelinde kişilerin hangi düşünsel, davranışsal ve duygusal çarpıtmalara ve sağlıksız şemalara eğilimli olduğu ve bunların altındaki yapısal zemin tespit edilebilmektedir.